5 Ağustos 2016 Cuma

Rüya Sakinleri

Aşk için söylenmemiş hiç bir cümle yok.
Ama söylenenlerin hepsi öznel.
Çünkü bütün aşklar biriciktir. Ne yoğunlukları, ne süreleri, ne acıları, ne mutlulukları benzer.
Kimisi asil kimisi rezilken yaşanır, rezilken bile asil hissedilir, bazen asilken rezil.
Bir anı  tüm ömre yayabilecek;
belki zeigarnik etkisi, belki de arzunun o belirsiz nesnesi.
Cemal Süreya'ya göreyse aşk; "meşru bir şey olamaz. O da şiir gibi meşrulaşınca ölür."

Dünyadan olmayan ve dünyadan başka bir yerde hissettiren.
Hiç bir şey hissetmiyorken karnına dolması kelebeklerin ve ardından ölüp oturmaları göğsüne.
Kelebeklerin ömrü kısadır, meleklerin de.
Kanat perdeleri düşer netliğin çizgileri belirir.
Aşk ne özgürdür ne köle. Sadece tek kişiliktir o nasıl isterse öyle olur.


Aşk için söylenmemiş hiç bir cümle yok.


Iris Murdoch Rüya Sakinleri'nde aşkın basitliğini ve özelliğini, öldürücülüğünü ve yok ediciliğini ama her şeyden önce kişiselliğini, sadece aşık olana ve o ana ait olan soyutluğunu; ölmek üzere olan Bruno ve onun çevresindekilerin ilişkilerinden son derece basit olarak anlatmaya çalışmış. Son derece sade ve akıcı bir dile sahip, eline alıp 2-3 günde bitirmemek çok zor.

Bitirdiğinizde hayatta tutunulacak ya da sığınılacak bir sabitin olmadığının farkına varıyorsunuz. Ne örümcekler, ne pullar ne de aşk... 

Nigel'in mektubundan s.290:

"Aşk garip bir şey. Hiç şüphe yok ki dünyayı döndüren sadece ve sadece o. Tek önemli etkinliğimiz. Onun dışında her şey toz, çınlayan ziller ve can sıkıntıları. Ama öte yandan nasıl bir bela olduğu da malum. Nasıl da imkânsızı hayalinde yaratır, ulaşılmazın ayaklarına sarılır. Herkesin herkesi dilediği gibi sevebileceği, tuhaf bir düşüncedir. Doğada bunu yasaklayan hiçbir şey yok. Kediler krallara bakabilir, değersizler iyileri, değersizler değersizleri, iyiler iyileri sevebilir. Veee bir bakmışsınız: Büyük ışık belki gerçeği belki yanılsamayı ortaya koyarak yanıyor. Ve ne acıdır ki, çok sevgili Danby, gizleme kalbi yer bitirirken insan nasıl çoğu zaman yalnız seviyor, solipsizm içinde, beyhude bir kapsül içinde. Bu bir gelenek meselesi değil. Aşk gelenek dinlemez. Her şey olabilir, yani bir şekilde, korkunç bir şekilde, imkansız diye bir şey yoktur. Ah ben de bunu düşündüm canım ve bu acımın önemsiz bir parçası değildi hiç. Sen beni sevebilirdin. Bu ne yazık ki mantıksal olarak mümkündü. fakat benim gitmemem sebep görünen olanının olanaksızlığını anlamam değil, çok büyük aşkımın çok büyük bir yıkıcı olduğunu bilmemdir. Eğer aziz olsaydım seni sever ve bunu sana söyler, senin yanında kalır, sana hiçbir zarar vermez, seni zararsız hava gibi çevreler ve seni ne kadar sevdiğimi fark etmeni sağlardım. O büyük meleksi şeyin tahmin edilemez gücü, bir kere karanlık gizliliğinden sıyrıldığında bizi sürüklerdi...nereye mi? Bilmiyorum ama aşağıya. Senin rezil bir rolü oynaman gerekecekti. Bense.."



27 Ocak 2016 Çarşamba

Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra


Ailen, öğretmenlerin, sokaktaki teyze, otobüsteki amca, mahallenin bakkalı, haberlerdeki adam, programdaki kadın, gazeteler, ders kitapları, takvim yaprakları hepsi sana, doğru olanın ne olduğunu anlatmak için el birliği ile çalışacak. Bütün doğrular seni tek bir doğruda yürütmek için. Hepsi kadim bir gerçeği saklamak için.
O sürekli içeriden duyduğun, dünyanın aslında sana göre olmadığı hissi. İşte o dünya değil, yeryüzü değil, insanların yarattığı dünya... Evet sana göre değil.
Hayattaki en büyük yanılgı, neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilebileceğimiz yanılgısıdır.
Gerçeğin peşinde koşup, bulduğumuz gerçekle cebimizdeki doğruların girdiği savaşta arada kalışımız hayatın en tahammül edilemez acısı.
Ölümden sonra hayat yoksa, ya seni gerçekten sevmiyorsa, neyi değiştirir?

Ve "Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra" uzun zamandır beni çok etkileyen az sayıda kitaptan biri. Barış Bıçakçı tertemiz yazıyor, dolandırmadan, süslemeden elmas berraklığında yazıyor. Vereceği duygu neyse tam onu alıyorsunuz okurken, uzaktan bakmıyorsunuz, yakından izliyorsunuz hikayeyi.
Ve Başak:

"Ve ben bir adım atarak korkuluğa yaklaşacağım, saçlarımı balkondan aşağı sarkıtacağım, kendimi boşluğa bırakacağım. Yolda karşıma iyi niyetli biri çıkacak ve soracak olursa, aşağıdaki insanları gösterip, bir süre yere paralel gittikten sonra onlara anlayamayacakları şeyler anlattım, diyeceğim. Öyle olsun."

8 Kasım 2015 Pazar

Bazuka

Kapitalizmin mantosunu giymiş, umarsız adımlarla dolaşan bir devdir modernite. Göğün tavanını süslü bir örtüyle kapatıyor da, bir floresan lamba yakıyor sanki. Bütün oksijeni emmiş emmiş de sadece ciğerleri değil tüm bedeni şişmiş.

Az oksijenle yetinmeyi bileceksin modern zamanda, az samimiyetle, az dostla, çokça malla. Belki bolca kitapla ama Uyurkulak'ın "Tutkular Kitaplığı" öyküsünde bahsettiği gibi;

"Okudukça zevkleriniz incelir, daha tuhaf, daha rafine kitaplara, yazarlara el atmaya başlarsınız, bu meşgale sırasında muhtemelen hayat gailesi bakımından dibe doğru kaymaktasınızdır. Okuduklarınızı, müstesna olduğunu düşündüğünüz satırları birilerine anlatmak istersiniz, zira şahsa mahsusun hazzı kısa sürer, ömrü uzun olan paylaşmaktır. Fakat ortalığı her zamanki gibi kaba saba kelimeler, düşük cümleler işgal etmiştir o gürültüde sizi kimse duymaz. Okumak hem bir hayat başarısızlığının, ki unutmayın okumak mağlupların işidir, hem de derin bir yalnızlık hissinin sebebi olup çıkmıştır. Okuduğunuz onca kitabı, hayatınızı yatırdığınız o zorlu ve hassas meşgaleyi mezara götüreceğinizden korkmaya başlarsınız. Ve siz de bilirsiniz ki yalnız ölmek zordur. Arkanızda mutlaka bir kaç müttefik, bir kaç şahit bırakmak istersiniz."

Bazuka bir solukta okunabilen bir hikaye kitabı. Dokuz adet öyküden oluşan ince bir kitap. Yazarın önceki iki kitabı gibi Metis'ten çıktı. Yukarıdaki alıntı ilk hikaye "Tutkular Kitaplığı"ndan. Kendisi Reha Mağden'in "Yazgıların Tableti" kitabına nazire olarak yazılmış. Hemen hemen bütün öyküleri dergilerde ve farklı projelerde kullanılmış, hatta bir kısmı başka yazarlarla ortak yazılmış. "Kurtuluş On İki" gazeteci Ulaş Gürpınar'la, "Derviş" Ersan Üldes'le, "Kuş Yuvası" Aslı Ilgın Kopuz'la birlikte yazılmış. Açıkçası diğer yazarla ortaklaşa yazdıkları öyküleri kendi adıyla yayınlanmış bir kitaba almasına ben anlam veremedim. Ayrıca Tol'ü okurken duyduğum keyfin onda birini bu kitapta duyamadım. "Kırmızı" isimli öyküyü ayrı tutuyorum. Çünkü "Kırmızı" insanın ruhuna minik bir iğne darbesi atıp titretebilecek başarılı bir öykü.

"Çocuklukla yaşlılık arasındaki dönem araf misali; kitabesi ağır mesailerle, küçük hesaplarla, kesif mutsuzluklarla yazılan bir mezartaşının gölgesinde azap gibi boktan hayatlar."

Sonuç olarak Murat Uyurkulak bence son dönemin en samimi, en derin anlatımlarına sahip bir yazar ve Bazuka da okunmaya değer bir kitap.


23 Eylül 2015 Çarşamba

Başkalarının Gecesi

Murathan Mungan şiirleriyle tam 17 yıl önce tanıştım. Şiirinde "Ortadoğu Estetiği" adını verdiği tarzıyla, seçtiği sözcüklerle ruhunuzu farklı zamanlara ve farklı coğrafyalara taşıyor. Çağrışım gücü yüksek mısraları, cümleleri, kelimeleri; okunduğunda size sizi anlattığı hissini duyuruyor.  Masalsı anlatımı kendi geçmişinden, doğup büyüdüğü coğrafyada pişmesinden kaynaklanıyor.
Mungan poetikası doğduğu coğrafyanın yanında; mitlerden, dinlerden, geleneklerden, tarihten, edebiyat dünyasından beslenir. Ayrıca kendisi kadın ya da erkek ideolojileri ile özdeş bir ilişki yaşamadığı için farklı bir görme biçimi olduğunu söylüyor.
Tüm bunlar Murathan Mungan şiirini diğer şairlerden farklı bir tarafa taşıyor. Doğunun ve batının ortasında ruhunuzu titreten kadim bir ıslık gibi yükseliyor.



"Görünmeyeni görmenin azabı
İçimizde durmadan ödediğimiz
ne ruhumun ay ışığı
ne yırtıcı hayvanlarla güreşen
yorgun bedenim
ihtiyar atlar gibi kapandım içime
yasını tutuyorum sonsuz bir kehanetin

Görünmeyeni görmenin azabı
Çılgınlıklar otu ağzımda
Kırların yırtığına takılmış karaca
Sıvası dökülmüş duvarlardaki
Donmuş halı zamanı

Çılgınlıklar otu ağzımda
Değişik kalibreli intiharlar denedim
Dipteki arayış boş kovan
Başkalarının gecesi bitmedi daha."


30 Ağustos 2015 Pazar

İçimizdeki Şeytan

Yatağımızın altında yaşayan canavar. 
Bazen dolabımızda, bazen tavan arasında. Kimisi şeytan der, kimisi hayali arkadaş. 
Önce korkarız, sonra görmezden gelmeye çalışırız. Ama o kadar oradadır ki; tüm imkansızların imkanı gibi. Sonra yine korkarız. Ve sonunda söküp atamadığımız yara kabukları gibi varlığına alışmaya başlarız. Onunla yaşayabilmek için onu tanımaya çalışırız. Yanımızda hiç kimse yokken o yanımızdadır, düştüğümüzde o yanımızdadır, ağlarken o yanımızdadır. Öyle yanımızdadır ki, bir taş gibi, bir arkadaş gibi, elimiz kolumuz gibi. Koşulsuzca oradadır. Bizi teselli eder, bizimle sohbet eder, bize hak verir, her zaman hak verir. Bize akıl verir, öyle ki; bir süre sonra hiç susmaz, asla kapanmayan bir radyo gibi sürekli sürekli sürekli; bizi ikna edene kadar konuşur. 
Artık korkmuyoruz, ondan da korkmuyoruz, başkasından da. Kimseden korkmuyoruz. Çünkü yanımızda taş gibi, kaya gibi, milyonlarca yıl yaşamış gibi, kadim bir canavar var. 
Tutunacak dalımız, ne yaparsak yapalım sarılacak yanımız, tüm günahlarımızı, yüklerimizi taşıyacak bir arabamız. Hata mı yaptık onun suçu, zayıf mı kaldık onun suçu, birini mi üzdük, hep onun, onun suçu. 
İşte o canavar, o şeytan; bizim iradesizliğimiz, tembelliğimiz, kibrimiz... Kendimizde görmek istemediğimiz, kabul edemediğimiz her şey o.

İşte bu Şeytan; Sabahattin Ali'nin romanında Ömer'in en büyük savunma mekanizmasıdır. Aynı zamanda hem kurtarıcısı hem celladıdır. Ömrünü ve zekasını umarsızca harcamasının ana sebebidir.

Sabahattin Ali öyle bir yazmış ki; kimse duyguların en çetrefillilerini bu kadar güzel tanımlayamaz. Etrafınızdaki psikologların hepsini toplayın, hiçbiri bu kitaptaki gibi karakter analizleri, ruhsal çözümlemeler yapamaz. Sabahattin Ali bir bilge, kadim bir bilge gibi, çoğu kişilerin bildiği ve tanımlayamadığı anları, duyguları, hayata ve insanlara dair tespitleri kusursuzca yazıya aktarmış.
Çağının aydının politik tavrını, riyakarlığını, ahlaki çöküşünü; toplumun sığlığını, Ömer'in aşkını ve karakterlerin ruhsal dalgalanmalarını kusursuz bir kurgu ile harmanlamış ve muhteşem üslubuyla tamamlamış. Okuduğum en iyi edebi eserlerden biri olduğunu hiç şüpheye düşmeden söyleyebilirim. s51:

“Evet, evet onun korkusu… İçimde bu ürkek dünyayı yaratan onun korkusu… Ben bu değilim… Ben başka bir şeyler olacağım… Yalnız bu korku olmasa… Hiçbir şeyi bana tam ve iyi yaptırmayacağına emin olduğum bu şeytandan korkmasam…

Emin Kamil başını sallayıp gözlerini sinirli sinirli kırpıştırarak:

Neden kızıyorsun? Neden şikayet ediyorsun? dedi. İçinde şeytan dediğin o şeyin en kıymetli tarafın olmadığını nereden biliyorsun? Sizin gibi beş hissinden başka duygu vasıtası olmayanlar bu daimi korkudan kurtulamazlar. Asıl sebep ve illetlere varabilseniz göreceksiniz ki en zayıf tarafımız dışımızdadır. Gözümüzü kör eden yedi renktir, kulağımızı sağı eden sesler, ağzımızı paslandıran yediklerimiz, kalbimizi önce coşturup sonra durduran sonsuz koşmalarımızdır. yüksek insan dışına değil, içine kıymet verendir."

17 Ağustos 2015 Pazartesi

Aylak Adam

Kendinin yüzde kaçı sensin?
Doğduğun coğrafya, inandığın kitap, konuştuğun dil, doğduğun aile, gittiğin okul, seçtiğin meslek, ya da yapmaya mecbur olduğun meslek, toplumsal cinsiyet rollerin, toplumsal statünün sana dayattığı görevler.
Hepsine yüzde versek sana ne kadarı kalır?
Pek fazla bir şey kalmaz. Ama tırmalarsan alırsın, ama tırmalarsan kanarsın.
Öğrendiklerin, çoğu yalan.
Hayatta tutunmaya değecek pek bir doğru bulamazsın. Belki yaratırsın.
Kendin dışındaki sana öğretilen yüzdeleri kendinden çıkarırsan, içinde bir boşluk kalacak, yanında da bir boşluk kalacak. Sağın solun bir bakmışsın hep boş. Ama kendin olmayı seçebilecek kadar cesursan, kendin olarak yaşayacak kadar da cesursundur. Bir kere gördüysen zaten artık kimse ikna edemez seni. Miden bulanır, tiksindirir içinde olmak.

Aylak Adam C. de tiksinmiş bir adam. Uydurulmuş rollerden, zorunluluklardan, küçük hesaplardan, sahtekarlıklardan, sıradanlıktan tiksinmiş. Çoğu zaman kendiyle de iç hesaplaşma içinde, sıradanlığın kolaylığına alışıp kaybolmamak için sürekli tetikte.

Yusuf Atılgan'ın "Aylak Adam" romanın en önemli özelliklerinden biri de psikanalitik motifler içermesi. Saplantı haline getirdiği kadın bacakları ve kulak kaşıma tikinde bu motifleri belirgin bir şekilde görebiliyoruz. Daha net olanı ise, kendisini büyüten, annesi yerine koyduğu Zehra teyzesine olan büyük bağı, babasına olan nefreti ve çocukken yaşadığı travmayla iyice büyümüş, ve gelecek hayatını bir kadınla yaşayacağı gerçek sevgiyi arayarak geçirmesine neden olmuştur. C. hayatından çıkardıklarından oluşan bu boşluğu kendi yarattığı  bu anlamla doldurmaya çalışmaktadır. Kimi zaman da çoğumuz gibi, anlamı büyüttükçe altında ezilmektedir.

Aylak Adam zamanının çok çok ötesinde hikayesi ve anlatımıyla, çağdaş Türk edebiyatının en başarılı romanlarından biri. Yeniden okunduğunda keyif verebilen nadir kitaplardan.
Ve s.41 ile veda:

"Ertesi gün sıkıcı bir sabahla başlayacaktı. Kim bilir, iç sıkıntısı olmasa, belki insanlar işe gitmeyi unuturlardı. 'İş avutur,' derdi babası. O böyle avuntu istemiyordu. Bir örnek yazılar yazmak, bir örnek dersler vermek, bir örnek çekiç sallamaktır onların iş dedikleri. Kornasını ötekilerden başka öttüren bir şöför, çekicini başka ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendi kendini tekrarlıyordu. Yaşamanın amacı alışkanlıktı, rahatlıktı. Çoğunluk çabadan, yenilikten korkuyordu. Ne kolaydı onlara uymak! Gündüzleri bir okulda ders verir, geceleri sessiz, güzel kadınlarla yatardı istese. Çabasız. Ama biliyordu: Yetinmeyecekti. Başka şeyler gerekti. Güçlüğü umutsuzca zorlamak bile güzeldi."



27 Temmuz 2015 Pazartesi

Kürk Mantolu Madonna

Kimilerine göre boşa geçmiş bir ömrün hikayesi, kimilerine göre çoğu kişinin ömründe tadamayacağı bir ödül.

Bir hayatı değerli kılan ne?

Dünyanın bütün manzaralarından bakmak, bütün coğrafyalardan insanlar tanımak?
Denemek hep denemek, her yerden iz almak, iz bırakmak?
Çok sevmek, aşkın ateşinde tadını kaybedene kadar pişmek?
Çok inanmak?
Karanlıklardan saklanıp tertemiz yaşamak?
Bir kuş gibi özgürce, ya da hayatını başka hayatları kurtarmaya, aydınlatmaya feda ederek?
Dünyanın bütün acılarını görmek?
Dünyaya hep hatırlanacak bir kitap, hayatlar kurtaracak bir aşı bırakmak ?
Hangi nefes daha anlamlıdır?

Bir hayatı değerli kılan ne?

Biri 90 yaşında, biri 2 yaşında, biri ipek çarşafta biri asfalt üstünde ölürken.
Bir hayatı değerli kılan ne?

Nihilizm bir hortlak gibi, topraktan elini çıkarıp ayak bileğimden yakalıyor. İnce uzun parmakları, kirlenmiş tırnakları ile beni aşağıya toprağa çekmeye çalışıyor. Kimi zaman düşüyorum, düştüğüm yerden gökyüzüne bakıyorum. Muzip mi muzip bir güneş çapkınca göz kırpıyor, alabildiğine parlak, acıtırcasına parlak. Sonra o bulut, o bembeyaz bulut. O Bulut çok güzel.

İşte "Kürk Mantolu Madonna"'nın özeti;
Bazen bir kişi, sadece bir kişi, hayatı değerli kılmaya yeter.

s.72:

"Yerimden fırlayarak boynuna sarılmak ve onu ağlaya ağlaya öpmek için müthiş bir arzu duydum. Hayatımda hiç bu kadar mesut olduğumu, içimin bu kadar genişlediğini hatırlamıyordum. Bir insanın diğer bir insanı, hemen hemen hiçbir şey yapmadan, bu kadar mesut etmesi nasıl mümkün oluyordu?"






Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...