6 Kasım 2014 Perşembe

Şairlerin Dirilişi




















Karanlık düşünceleri içinde; gri mezar taşının
Ruhun yapayalnız bulacak kendisini.
Bir tek kişi bile kalabalıktan
İzlemeyecek senin gizlilik saatini.

Ses çıkarma o ıssızlıkta
Bir yalnızlık değil bu.
Çünkü yaşamda önün sıra
Duran ölülerin ruhları.

Şimdi sevgili hüznüm, boynumun borcu
Gerçi sensiz düşünemem sanırsın.
Bir kuzeyde ayın buza vurmasını
Üç buçuk milyon kişinin bir ağızdan yemin etmesini
Denizin yenilen tafrasını.

Yani ölüme sevgilimi hüznüm, boynumun borcu
Yaşarken diri olarak
Severken diri olarak
Ölünce diri olarak
Dipdiri bir gövdeyle.

                                  2 Büyük Şair'in 2 Şiir'inden 2'şer kıta
                                             E.A.P. ve T.U 
                                        ruhlarına saygıyla....

29 Ağustos 2014 Cuma

Kahramanın Sonsuz Yolculuğu

Herkes kendi hikayesini kendi yazar. Kimi bir yol hikayesidir, kimi durum. Kimi aşkla dolmuş bir yaşamındır, kimi boşa geçmiş bir ömrün.
Hepimizin çıktığı yol kahramanın yolculuğudur. Nerede, kiminle, nasıl yaşıyorsak yaşayalım, önümüze düşmanlar, rehberler, eşik bekçileri, savaşçılar ve kahramanlar çıkacak.
Karşımızda insanlar duracak, hastalıklar, parasızlık, bazen aile, bazen arkadaşlar.
Ama en çok kendimiz duracağız. Kendi antagonistimiz kendimiz olacağız.
Kendimizi Acheron'a kadar sürükleyecek olan da kendimiziz, Bulut Krallığı'na çıkaracak olan da.
Kiminle savaşmaya karar verirsek verelim aynı anda içimizdeki canavarın üstüne yürüyeceğiz. O incindikçe biz de incineceğiz.

Yol biraz cesaretle ilerler, biraz korkuyla geriler. Yeter ki yola çıkmaya karar verelim.

Joseph Campbell dünyanın bütün mitolojilerini incelemiş ve bütün kahramanın yolculuklarının tek bir arketip kahramanın varlığından ilerlediği sonucuna varmış. Psikanalistlerin araştırmalarıyla paralel olarak yaptığı incelemelerinde; tüm mitlerin, tüm hikayelerin, tüm insanoğlunun düşlerinin kökeninde yatan aynı ruhun dinamiğinin belirtileri olduğunu ortaya koymuş. Yazar bunu psikanalize bağlıyor son derece haklı sebeplerle, ama son zamanlarda hani şu evrensel hafıza dediğimiz şeyin kimyasal elle tutulur kanıtlarına da RNA'larımızda rastlandığını ben buraya eklemek istedim. Aslında daha uzun ve derin olan arketipler konusuna henüz burada giremedim, belki bir KSY 2 yaparım ya da Vogler'ın "Yazarın Yolculuğu" eserine bir yazı yazarsam onda da geçebilirim. Vogler "Kahramanın Sonsuz Yolculuğu" 'ndan etkilenerek ve faydalanarak, bir senaryo matematiği yaratmış, çok da başarılı olmuş, önde gelen Hollywood film şirketlerine öykü danışmanlığı yapmış ve her senaryo yazarının okuması gereken büyük bir eser yaratmış, o da başka bir yazının konusu olsun. Tanıştıran Kerem Deren'e selam olsun.

Kahramanın Sonsuz Yolculuğu S-38

"Ve nerede bir nefret bulacağımızı düşünürsek orada bir tanrı bulacağız; nerede bir başkasını öldürmeyi düşünsek orada kendimizi öldüreceğiz; nerede dışa doğru yol almayı umsak orada kendi varlığımızın merkezine geleceğiz; nerede yalnız olduğumuzu sansak orada bütün dünyayla birlikte olacağız."

9 Ağustos 2014 Cumartesi

Bir Kayıp Denizci

Kaybolmak için bir denize ihtiyacınız yok, ya da çöle, uzaya ya da labirente. İhtiyacınız olan şey biraz merak, bir kaç yalnızlık.

Yol zihninde, kaben, marsın, mezarın. Hangi cennete ya da cehenneme koşmak istiyorsan koş.Ama senden başka kimsenin sana yol göstermesini bekleme. Kimse giremez aklının nemli zindanlarına, kurak çölüne, sarmaşıklarla örüp sakladığın belleğine.
Minotauros'u, Canavarını öldürecek tek kişi sensin.

Yollar çoğu zaman götürmez insanı bir yere, kendisine; ayrılıp çoğalırlar, seçmeye zorlanırız, kayboluruz.
Beklersek belki bir akıntı Luis'inki gibi götürecek bizi karaya, belki açıklarda kaybedecek. Beklersek yola çıkamamanın ağırlığı, adım bile atamadan indirecek yaşlılığını üzerimize belki,
belki de yeterince beklersek, ölüm gelir, boşa geçmiş bir ömrün teselli hediyesi...

"Bir Kayıp Denizci" Kolombiya Deniz Kuvvetlerinden Luis Alejandro Vleasco'nun fırtınadan tek başına bir salla kurtularak, denizde geçirdiği 10 günü anlatıyor. Büyük usta Marquez'in gazetecilik yıllarında, denizcinin ağzından kaleme aldığı 14 günlük yazı dizisinin yıllar sonra kitaplaştırmış hali.

Denizde ilk ve son gününden birer paragraf.

"Gözümü kırpmamıştım ama uyandığımı sandım. Gerinince kemiklerim acıyla kütürdedi. Derim ateş içindeydi. Fakat sabah ışıl ışıl ve tatlıydı, çevremdeki aydınlık ve giderek hızlanan rüzgarın uğultusu gibi bana eşlik eden bir sürü olay, kurtarıcıları bekleyebilmem için güç veriyordu. Doğduğumdan beri ilk kez, yirmi yıldır ilk kez, kendimi çok mutlu hissediyordum."

***

"Bitkin durumda gözlerimi kapadım, ama güneş artık yakmıyordu, ne açlık ne de susuzluk duyuyordum; yaşama ve ölüme karşı kayıtsızlıktan başka hiçbir duygu yoktu içimde. Evet ölüyordum. Bu düşünce de içimi tuhaf ve kasvetli bir umutla dolduruyordu."

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Benim Hüzünlü Orospularım

Eleştiri falan yok, sitenin adına kanmayın. Okuduğum kitaplarla ilgili beylik laflar edemeyecek kadar nihilistim, önüne geleni okuyup sonra oturup eleştirisini yazamayacak kadar zamansız. Bunu neden yazıyorum; eleştiri lafı bana son zamanlarda küstahça gelmeye başladı, vazgeçtim.

Benim derdim ne hissettiğim, okuduğumun ne hissettirdiği, ötesi burada yok.

Neyse kitaba geçelim. 94 sayfalık bir kitap, boşa geçmiş 90 yıllık bir ömrün hikayesi. Daha sevememişken yıllar tarafından yorulmuş bir kalp, dünyayı gezemeden yaşlanmış bacaklar. Nihayetinde aşkı bulur. Öyle sonbahar aşkı değildir bu. Tüm ömrünü şehvet merkezli şefkatlerle geçiren, parasını orospulara harcayan bu adamın 90 yaş armağanı elbette finale yakışır olmalıydı. 14 yaşında bir bakire. Gündüz düğme dikmekten bitkin düşüp  geceleri derin uykularla geçiren uyuyan bir prenses. Ve adam aşık olur. Aşık olduğu genç kız değildir esasında. Çıplak bir kadına arzu ya da utanç duymadan bakabilmesi, duyduğu şefkat, gördüğü masumiyettir. Aşkı şehvetin önüne geçmiştir. İlk defa hayalini kurduğu, yazılarına konu olan, umursadığı bir beden. Aslında çoğunlukla bir bedendir ki kız uyansın onunla konuşsun onla zaman geçirsin gibi bir arzusu yoktur. Adamın derdi aşkı bulmak ve aşka aşık olmaktır nihayetinde. 90 yaşında aşkı keşfederseniz, aşık olduğunuz kişiden çok aşkın izini sürersiniz.

Belli ki aşkın sizi ne zaman bulacağı belli olmuyor, bazen bir lütuf, bazen bir ceza olarak iner omuzlarınıza. Ama eninde sonunda en çok hatırladığınız, hayatı en çok anlamlandıran, yaşadığınızı en çok hissettiren şeydir aşk. Mutlu ya da mutsuz son, yaşanmış ya da yaşanmamış olsun bazen kalbinizde, bazen belleğinizde, bazen düğüm düğüm boğazında bir ömür durur.

"Katedralin saati yediyi vurduğunda gökyüzünde pembe renkli, berrak, tek bir yıldız vardı; geminin biri kederli bir veda çığlığı attı; yaşanabilecekken yaşanmamış tüm aşkların sıkıntısını bir Gordion düğümü gibi hissettim gırtlağımda."

3 Mart 2014 Pazartesi

İstanbul Kırmızısı

Hiçbir şey aşktan daha önemli değildir.

Önce bu cümle sonra Ferzan Özpetek'in ismi, kitabı hiç düşünmeden kasaya götürmeme yetti.

Hiçbir şey aşktan daha önemli değildir.

Değildir. Çünkü sizi gülümsetecek, ağlatacak, heyecanlandıracak, hatırasıyla kovalayan şey her zaman aşk olacaktır. Öyle sadece iki kişi arasındaki aşk değil sadece, bir sanata bir davaya, bir tanrıya, bir evlada duyulan da aynı güçlü aşktır.

Aşk'ı bırakıp kitaba dönersek, kitap tam bir hayal kırıklığıydı. Ben yazarların ilk kitaplarını okumaya bayılırım, hayata karşı söylenmek isteyen o kadar çok vardır ki onlarda, her cümlenin üzerinden sayısız kez geçilmiştir. Ama İstanbul Kırmızısı öyle değildi aceleyle yazılmış gibiydi hatta onda 8 aylık tarihi olan Gezi olayları vardı. Bir kitabın sekiz ayda yazılmış olması Dostoyevski değilsen edebi intihardır bana göre, bir de ilk kitabıysa saygısızlıktır biraz edebiyata. Ama kitap sekiz aylık değilmiş, hikayeye oturmayan, içine sinmeyen bazı olaylar varmış ve Gezi'nin kırmızılı kadın, kırmızı karanfille başlayan temasını, kendi  temasına yakın bulmuş ve kullanmış.

Ferzan Özpetek filmlerine hayranım, hikayelerine, üslubuna, karakterlerine. O kadar severim ki, izlerken filmin kokusunu alırım. Ama kitabında aradığım bazı şeyleri bulamadım. Kitap iki ayrı kurguda ilerliyor, bu iki hikaye tesadüflerle arada birbirine dokunuyor. Birinci hikaye yarı otobiyografik, bir İstanbul seyahati annesinin yanına gelişi, geçmişi, kendisi ve yaşadıklarıyla ilgili, ikincisi de orta yaşlı bir kadının bir ihanetle geçmiş ve geleceğini sorgulaması ve maceraya çağrı alması. Belki bu hikayeden güzel bir film doğardı. Çünkü sinema da hikaye zayıf bile olsa onu kurtaracak oyuncular, mekanlar, olaylar görüntüler, renkler yaratabilirsiniz, ama edebiyatta sadece iki silahınız var biri hikaye, diğeri ise üslup. Yazarın kendine özel bir üslubu olduğunu söyleyemeyeceğim şimdilik malesef, yazmaya devam ederse belki diğer kitaplarında oturur.

Kitap keyifsiz bir kitap değil. Kitabı satın aldığım kitapçının yanındaki kafeye oturdum ve kitabı bir oturuşta bitirdim. Ama bir kitabın bir oturuşta bitmesi her zaman herkes için iyi olmayabilir. Keyifli ve kolay okunan bir kitap olmakla birlikte benim beklentimin ve beğenimni altında bir anlatım diline, ve yeterince özenilmemiş klişe bir kurguya sahip. Keşke filmleri gibi derinleştirseymiş kitabını. Oysa teması ne kadar da derin, Aşk'ın kalıcılığı, çoğulluğu, kendi hayatından verdiği yaşanmış örnekler, öyle derin yerlere götürebilir ki insanı, ama sanki üstünden öylece geçilmiş sadece. Keşke Edebiyat'ın kalıcı gücüne daha çok inansaymış, bir kitap bir tuğladır, koyduğunuzda geri alamayacağınız yüzyıllarca yerinde duracak bir tuğla. Yazar yazar iken, bir kitap yazayım birileri okusun değil de, bir kitap yazayım nesiller okusun diye düşünmeli bence. Geride bırakacağı hepsi bir şaheser filmlerine güvenmiştir belki kim bilir. Oysa eminim anlatacak daha çok fikri daha çok hikayesi vardır.

Ama belki de;

Hiçbir şey aşktan daha önemli değildir.


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...