29 Ağustos 2011 Pazartesi

A'mak-ı Hayal


Hangi yöne baksam bütün ufuklarım aynı. Öyle düz, öyle sonsuz bir mekan. Öyle sarı, buğday tarlaları. Başakları ayırsam kendime uzanacak bir yer bulsam, duyduğum tek ses rüzgarın sesi, kapatsam gözlerimi uykuya dalsam. Beyaz bir ışık inse yeryüzüne, gündüz vakti bir yıldız. Alsa beni, ona karışsam.

İşte benim hayalim, her gözümü kapattığımda karşımda bulduğum.

Artık hayallere az rastlanıyor, insanların hayal sandıkları arzuları. Ulaşmak istedikleri maddelerin yansıması, olamadıklarının yansıması. Bir başka "ben" dünyası.
Oysa hayaller "ben"in ötesindedir. Bu dünyayla ilgili değil, evrenin de ötesindedir. Görmediğimiz, yaşamadığımız hatta bilmediğimiz şeyleri, görebilme, yaşayabilme, bilebilme sanatıdır. Beynimizi bu dünyanın sıradan işlerinin ötesinde çalıştırabilmektir, arınabilmektir.

Ama yok insanlar hayal kurmuyorlar. Hayal kurmadıkça öyle renksiz, öyle sığ, öyle ışıksızlar ki.
Bir çiçeğe bakabilseler mesela, içinde yaşayabilseler, bir çiçek olabilseler. Bir renkleri olsa en azından biraz ümit verseler.

Filibeli Ahmed Hilmi A'mak-ı Hayal'de insandan öte bir insanın, hayaller dünyasında ilahi tırmanışını muhteşem bir tasvir yeteneğiyle anlatırken, bizim hayallerimizi de kaşıyıp, bize iz bırakan bir hediye bırakıyor.

Kitabı baş kahramanı Raci'nin arkadaşının mektubuna yazdığı cevaptan bir alıntı:

"...Artık ben öyle bir ruh oldum ki, benim için uzak, yakın, görünen, görünmeyen diye bir şey kalmadı. Madde alemi benim emrime mahkum, mana alemi irademin esiri. Böyle olmasına rağmen ben yine de açım. Ruhum kendisini doyuracak gıdayı henüz bulamadı. Arıyorum... Arıyorum... Neyi diyeceksin. Hiçi!
.....
    Bunun ne anlama geldiğini sana anlatmak çok zor. Fakat işte benim halim bu. Bu dünyada birşeye ihtiyacım olsaydı sana başvururdum. Lakin yok. Artık senden bir ricam var.
Lütfen beni unut ve meşgul etme!"




15 Mayıs 2011 Pazar

Kaybolan

Ufuk bir yandan çizilirken, diğer yandan kayboluyor. Batıya giderken doğuyu kaybedip batının sonunda doğuyu yeniden buluyoruz. Hiçbirşeyi kaybedemiyoruz. Sonsuz bir dairenin içinde tüm kaybolanlar.

Kaybolan, bir kitap, kitabın içinde bir kağıt, kağıdın üzerinde bir not, notu yazan bir dost.

Kaybolan, önce özgürlük, sonra onur, ardından bir ömür.

Kaybolan, yuvadaki sıcaklık, sonra aşk, toprağa verilen bir arkadaş.

Kaybolan, önce hırs, ardından neşe, yavaş yavaş sönen öfke.

Kaybolan, önce masallar, sonra melekler, sonra şeytan en son tanrı.

Kaybolan, her ne ise, iz bırakacak bir diğerinde.

"Kaybolan" Catherine O'Flynn'ın ilk romanı.

 Bir kız çocuğunun hikayesinin gölgesinde, bir alışveriş merkezinde, birbilerine dokunan, tutunan, birbirlerini koparan, yansıtan insanların romanı. Modernizm ikonu alışveriş merkezi, kaotik bir aynalar evreni. Kimi zaman gerçeği olduğu gibi yansıtırken, çoğu zaman çarpıtan, yanıltan karanlık bir dünya.

Herşeyi not etmeli, hiç bir şeyi gözden kaçırmadan kaydetmeli.

Ve "Kaybolan" dan Kimliği Belirsiz Güvenlik Görevlisinden bir alıntı:

" Gözleriniz kalabalık üzerinde gezinirken belli kişilere takılır. Belki altın, çingene küpeleri takmış, parlak yüzlü bir kıza. Belki koyu renk peruklu yaşlı bir hanıma. Radyo düğmesini gelişigüzel çevirip kanal iğnesinin nerede durduğunu görmek gibi bir şeydir.

   Yüzler arasındaki bu yüzler... Ne işleri var Green Oaks'da? Yeni gömlekler alan yalnız adam. Pazar gününü atlatmaya çalışan mutsuz çift. Herhangi birinin dikkatini çekmeye çalışan kadın. Kalabalık günlerde, havada süzülerek tavana takılıp kalan balonlar gibi dört yüz bin farklı hikaye.

   Green Oaks, tuğla ve harçtan fazlasıdır, bunu hep biliyordum ben.  Sesler birbirine karışır ve mekana kendi sesini verir. Kimse farkına varmaz ama herkes duyar. Onları buraya getiren budur işte: Alçak düzeydeki statik hışırtısı. Doğru frekansa ayarlayabilseydiniz içine girebilir ve hepsini birden duyabilirdiniz. Green Oaks'da ne bulmayı umduklarını duyardınız. Green Oaks'ın onlara nasıl yardım ettiğini... Bana kalırsa Green Oaks her birine yardım edebilir. Bence o bütün sesleri duyuyor."

2 Nisan 2011 Cumartesi

Kimlik

"Kimlik" bir Milan Kundera eseri. Şekil itibariyle ince, kısa bölümler halinde hazırlanmış çok kolay okunan bir roman. Ruhların aşkla olan çatışmalarını çok güzel anlatan sade bir hikaye.

İnsan ruhu biriciktir. Bu biriciklik bir lanet gibidir çoğu zaman. Hayat tecrübenizin, yaşınızın, sevdiklerinizin miktarı ne kadar olursa olsun, seçimleriniz, kararlarınız, hisleriniz yalnız sizin sorumluluğunuzda olan, tek başına mücadele etmeniz gereken şeylerdir. Çıkmazlara düşme, düşüşünüzle yüzleşme kaçınılmazdır. Anlatacaklarınız, anlayacakları, ifade edebilecekleriniz denediğinizden çok daha az olacaktır.

En büyük kalabalıklarda bile mücadeleniz tek kişilik.
Bu yüzden korkar insan yalnızlıktan. Dostluğa, aşka verdiği değer bundan. Bu yüzden inanılır ruh eşlerine, tamamlayacak yarımlara.
Oysa her ruh eşsizdir.
Ölümsüz aşklar bile kader değil, bizim sorumluluğumuzdadır.
Biz yapar, biz parçalar, biz yıkarız.
"Kimlik"te Kundera'nın resmettiği işte bu yalnızlık, bir başınalık.
Aşkın, hayatın, mutluluğun pamuk ipliğine bağlılığı.
Chantal ve Jean-Marc'ın birbirlerine yabancı, birbirlerine muhtaç aşk hikayesi.

Ve "Kimlik"ten bir paragraf:

"Chantal, çıra gibi tutuştuğunu, cildinden terlerin süzüldüğünü duyumsuyordu, al al olmuş yanaklarının söylediği cümleye ölçüsüz bir anlam kazandırdığını biliyordu; Jean-Marc, o sözlerle (ah, aslında ne kadar da anlamsız sözlerdi!) onun kendini ele verdiğini, gizli eğilimlerini ona sergilediğini düşünmüştü herhalde, işte bundan dolayı şimdi utançla kızarıyordu; bir yanlış anlaşılmaydı bu, ama ona bunu açıklayamazdı, çünkü saldırısına uğradığı bu ateş, bir süreden beri onun yabancısı değildi; o ateşe gerçek adını koymayı bir türlü kabul etmemişti, ne var ki bu kez ne anlama geldiğinden kuşkusu yoktu ve işte bu nedenle de ondan söz etmek istemiyordu, bunu yapamazdı."

23 Mart 2011 Çarşamba

Manzaradan Parçalar

Orhan Pamuk'un "Manzaradan Parçalar" kitabı bir derleme. Derlemeler, eğer yazarının hayranı değilseniz itici gelir kulağa. Yazarların tıkandığı zamanlarda şöhretlerinden faydalanmak adına, yeni bir roman yazana kadar isimlerinden söz ettirme ve maddi kazanç sağlama amacıyla piyasaya sürdükleri kitaplar gibi görülür. Aynen bu amaçla derlemeler hazırlayan yazarlar da yok değildir. Ama Orhan Pamuk'un "Manzaradan Parçalar" kitabını okuyup, bu kitap için aynı fikirde olmak mümkün değil. "Manzaradan Parçalar"ı okumak, Orhan Pamuk'un gözünden dünyaya bakmak gibi. Onu anlamak, onunla özdeşleşmek, gördüklerini görebilmek...
Pamuk yazar olmadan önce resme sevdalıymış. Resim yapmaya devam etmese de, kitabı okurken içinde bir ressamın hala yaşadığını anlayabiliyorsunuz. Hayatın en basit, en sıradan ayrıntılarını dahi o kadar kolay bulup, o kadar kolay renklendirebiliyor ki onu büyük bir yazar yapan etkenlerden birinin resim yeteneği olduğunu fark edebiliyorsunuz. Özellikle sanat bölümünde bizim şöyle bir bakıp geçebileceğimiz resimleri, onun öyküleştirip, ete kemiğe büründürdüğünü gördüğünüzde yeteneğine olan hayranlığınız katbekat artıyor.
"Manzaradan Parçalar" yaşayan bir efsaneyi, bu büyük yazarı yazar yapan tüm hikayeyi gözler önüne seriyor. Romandaki kahramanlarını olduğu noktaya getiren hikayeyi başarıyla kurguladığı gibi, Orhan Pamuk'u Orhan Pamuk yapanı samimiyetle anlatmaya çalışıyor. Meraklı, hırslı ve yalnız bir çocuğun tek kişilik mücadelesi.
Orhan Pamuk okumamış, onu yeterince tanımamış kişiler için, daha az anlam ifade edebilir, "Siyaset ve Diğer Vatandaşlık Dertleri " bölümüyle güncel tarihin içine hapsolabilir "Manzaradan Parçalar". Ama okumaya, yazmaya, kitaplara aşık her insanın keyifle okuyup, saklayabileceği bir kitap aynı zaman da.
Ve herşeyden önce Orhan Pamuk'u "Manzaradan Parçaları" yazmaya iten sebep, her yazarın ruhunda kaynayan kendini anlatabilme, anlaşılabilme sevdası.
Ve kitaptan bir bölüm:
"Benim için okumak, metnin anlattığı şeyi aklımızın sinemasında canlandırma işidir. Okumakta olduğumuz metinde başımızı kaldırır, bakışlarımızı duvardaki bir resme, pencereden dışarıya ya da karşımızdaki manzaraya çeviririz, ama aklımız gördüğümüz şeyle değil, az önce hakkında okuduğumuz öteki dünyayı canlandırmakla meşguldür. Yazarın hayal ettiği öteki dünyayı bizim görebilmemiz, mutlu olabilmemiz için hayal gücümüzün harekete geçmesi gerekir. Bu da okuduğumuz metnin, öteki mutlu dünyanın yalnız okuyucusu değil, bir parçası, hatta biraz da onun yaratıcısı olduğumuz izlenimini vererek bizi mahrem bir mutluluğa çağırır. Kitap okumayı, iyi bir edebiyat eserini okumayı vazgeçilmez yapan şey, bu mahrem mutluluktur işte."

14 Mart 2011 Pazartesi

Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu





Italo Calvino "Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu" romanını eline alıp okumaya başladığında kendini, başkahramanı yine kendin olan bir öykünün içinde, bir yolculukta buluyorsun. Varışın değil yolculuğun amaç olduğu, birbirinden bağımsız ama birlikte bir bütün gezegenler senin evreninde kümeleniyor; okuma evreninde. Okurken yalnızsın, kitaplar senin canlandırdığın dünyalar. Kapaklarını kapattığında susuyorlar.
Bu kitapta bu sefer bizim değil, yazarın susturduğu 10 ayrı hikaye var. 11.nci hikaye tüm bu hikayeleri içine alıyor. Bu 10 hikaye tamamlanmamış değil de, tamamlanmış ama paylaşılmadan yarıda kesilmiş, yarım hikayeler gibi. Hepsinin genel taslak halinde görevleri var. Calvino kitabın sonradan eklenen sunuş bölümünde bunları bir grafik ile belirtmiş. Edebiyatta fazla rastlanmayan bir şekilde bu kitabın matematiği var diyebiliriz. Deneysel diyebiliriz, post-modern diyebiliriz. Calvino'nun geleneksel hikaye kurgusunun bir adım ötesinde daha orjinal birşeyler yaratma çabası, tamamlanmamış hikayelerini toplayıp bütünlediği bir kitap diyebiliriz.
Ama her şey bundan ibaret değil. Bu kitabı başyapıt yapan, kurgusunun orjinalliğini, geometrisinin kusursuzluğu değil, içeriğinin yarattığı anlam, gösterdikleri ve hissettikleri.
Zor yorumlanan, çok keyifli okunan bir roman. Okumak her zaman ki gibi yazmaktan daha keyifli.
Okumanın da yazmak kadar sanat olduğuna inananlar, okurlar ve yazarlar, tüm edebiyat severler için es geçilmemesi gereken bir eser.
Yalnız kalmayı göze alarak okumaya devam edenler için, okurken dünyayı tanımazdan gelenler için, "Bir Kış Gecesi eğer Bir Yolcu" nun Kıyamet Romanı, Oracıkta Sonunu Bekleyen Öykü Hangisi? ' nden bir paragraf:

"Hayır, diye düşünüyorum; benim ve Fraziska'nın çevresinde yeniden oluşmasını isteyeceğim dünya size ait olamaz; ben yoğunlaşarak bütün ayrıntılarıyla arzulayacağım; şu anda Fransizka ile baş başa kalabileceğim bir ortam düşünmeliyim; söz gelimi kristal avizelerin yansıdığı aynalarla dolu olan, bir orkestranın vals müziği çaldığı, keman ezgilerinin mermer masalarda dalgalandığı, fincanların dumanının tüttüğü, kremalı pastaların yendiği bir kafe olabilir. Bu arada dışarıda, buğulu pencerenin ötesinde, insanlarla ve nesnelerle dolu dünya varlığını hissettirmeli: Dost ve düşman dünya, neşe verecek ya da mücadele edilecek bir dünya... Bunu bütün gücümle düşünüyorum, ama artık gücümün dünyayı var etmeye yetmeyeceğini biliyorum. Hiçlik her şeyden güçlüdür ve bütün yeryüzünü kaplamıştır."

14 Şubat 2011 Pazartesi

Tol

Tol, Murat Uyurkulak'ın ilk romanı.
Yazarların ilk kitaplarını okumaktan her zaman büyük keyif almışımdır. Çünkü ilk kitaplar yazarların hayatları boyunca biriktirdikleri değerli anlamlarla doludur. Yazarların ilk kitaplarından o yazarın hayata bakış açısını, inançlarını az da olsa çözebilirsiniz. Yazar en değerli anlamlarının, kim bilir kaç kere düzeltip, kaç kere üzerinden geçmiştir. Birilerinin okuyabilme ihtimaliyle  onları en etkileyici şekle sokabilmek adına kim bilir kaç gece beyin sancıları çekmiştir. Geçmiş anılarıyla, şimdiki yaşadıklarıyla, inandıkları, inanmadıklarıyla, tanıdıklarıyla kim bilir kaç gece cebelleşmiştir.
Ve ne şanslıdır ki Murat Uyurkulak; tüm bu acısının karşılığını yazdıklarının kitap haline döndüğünü, insanların okuduğunu gördüğünde almıştır.
Ve ne şanslıyız ki biz, böyle içten, böyle muhteşem bir anlatımın eseriyle karşılaşabilme imkanı bulduk.
Tol; bir intikam romanı.
"Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi." cümlesiyle başlıyor.
Bir şeye inanmanın ve o uğurda yaşayıp savaşmanın hayat için ne kadar anlamlı ve inandığınız yolun hayata tutunmanız için ne kadar yardımcı olduğunu bir cümlede hissettiriyor bize.
İnançlar, arzular, yıkılan hayaller, uğruna kaybolanlar ve çaresizlikler üzerine bir hikaye.
Nadir karşılaşılan muhteşem bir üslup ve şiir gibi bir roman. Edebiyatın olağanüstü yaratıcılıkta bir hikayeyle değil, kelimelerin dansıyla, oyunuyla, anlamıyla edebiyat olduğunu daha iyi anlıyorsunuz. Bu noktada Murat Uyurkulak muhteşem bir edebiyat üstadı. Bunun için kitaplarının sayısına değil, cümlelerinize bakmanız yeterli.
Kitap olağanüstü bir sürükleyicilikle başlıyor, sizi sarıp sarmalıyor, bir süre sonra kahramanlar çoğaldıkça, ayırt edicilikleri azaldıkça ne yazık ki eski dikkatini kaybetseniz de kurgunun başarısı sizi devam etmeye istekli kılıyor.
Tol, içeriğiyle ve anlattıklarıyla daha çok konuşuluyor olsa da, bence dikkat çekilmesi gereken nokta daha çok yazarın üslubu ve anlatımındaki şiirselliğin başarısı olmalı. Çünkü bir başyapıtı yıllar sonra zamanının ötesinde de başyapıt yapacak olan üslubu olacaktır.

Ve kitaptan bir paragraf:

"Dünyada varoluşumun bu kadar sorunlu olacağını hiç tahmin etmemiştim. Yirmi yaşında, kalıbı, rotası, adı gayet belli bir hayata yazılıydım. Otuz yaşına geldiğimdeyse, bin kapıdan kışlanmış bir tavuk kadar şaşkındım. Ne bir rotam, ne kalıbım, ne de adım kalmıştı artık. Bildiğim, öğrendiğim hiçbir şeyden emin değildim. Ağzımı araladığımda, dudaklarım yuvarlaklaşıp bir balık misali ağır ağır açılıp kapanıyor, beynimde cümle fikrimi felç eden sıcak, koyu sıvılar dolaşıyordu. Oysa yaşlandıkça, en azından birkaç şeyden emin olması gerekmez miydi insanın?"

26 Ocak 2011 Çarşamba

Ninni





"Sopalar ve taşlar kemiklerini kırabilir ama kelimeler seni asla incitmez."
diyorlar.
"Taşlar ve sopalar kemiklerini kırabilir ama kelimeler canını öyle bir yakar ki, şaşarsın." a dönüyor cümle.

Palahniuk'dan can yakan kelimelerle dolu bir kitap Ninni.
Bir gücün esiri olmuş masum bir adamın hikayesi.
Bir ölüm ninnisinin hikayesini yazdığı bir adamın hikayesi.
Bilmenin azabını çeken bir başkahraman.
Bildiklerinin onu efendi değil, köle yaptığı bir adam. Kelimelerin kölesi, büyünün kölesi.

Kadim büyücülerin yarattığı bir güç, önce çok fantastik geliyor kulağa. Bir büyünün etkisine girebilme ihtimalimiz ne kadar?
Oysa zaten bir büyünün etkisindeyiz. Kadim büyücüler değilse bile yaratıcısı, medya ve kültürün güçlü büyüsünün etkisi altındayız. Düşündüklerimiz, inandıklarımız, bildiklerimiz bize ait değil. Öğretilmiş kelimeler, hepsi birer cadı düğümü. Yaşadığımız hayat, düğüm düğüm örülmüş, içine üfürülmüş bir hayat. Modern dünya cadıları iletişim aygıtları.
Beynimizin sesini duyamayacağımız kadar gürültü var heryerde. Sükunet bizim için artık korkutucu. Çünkü herşey sustuğunda kendimizle başbaşa kalma cehennemine düşüyoruz. Kim olduğumuzu söyleyecek, bize yol gösterecek bir rehber olmadan yaşayamıyoruz.
Bir ismimiz var mı?
Yoksa sadece bir tüketici miyiz?
Yumurtası için çiftleştirilen tavuk gibi, eti için beslenen inek gibi, biz de paramız için eğlendiriliyoruz.
Hür irademizi elimizden alıp bize bol bol eğlence veriyorlar.
Mutlu değilsiniz ama eğlenebilirsiniz. Lüks arabalara, jakuzili evlere, kusursuz bedenlere sahip olarak, kendinizi önemli hissedebilirsiniz.
Gerçekten ne istediğinizin ne önemi var, yeni dünyada değer, sahip olduklarınızdan geçer.

Bir Chuck Palahniuk eseri Ninni, bir modern dünya eleştirisi. Fantastik imgelerle gündelik hayatı resmedebilen müthiş bir roman.

Ve kitaptan bir bölüm:

"Başka şansım var mı ki, diyorum.
İstediğimle, istemeye koşullandırıldığım şey arasındaki farkı kestiremiyorum.
Gerçekte istediğim şeyle, istemeye zorlandığım şeyin ne olduğunu söyleyemiyorum.
Sözünü ettiğim şey özgür irade. Özgür iradeye sahip miyiz, yoksa yaptığımız, istediğimiz ve söylediğimiz her şeyi Tanrı mı yazıp çiziyor? Özgür irademiz var mı, yoksa doğdumuz andan itibaren medya ve kültürümüz bizi, arzularımızı ve hareketlerimizi kontrol mi ediyor? Benim özgür iradem var mı, yoksa aklım Helen'ın yaptığı büyünün etkisi altında mı?"

17 Ocak 2011 Pazartesi

Betty Blue

Betty Blue bir aşk romanı mı?
Betty Blue bir borderline hikayesi mi?
Betty Blue Ayrıntı Yayınları'nın arka kapağına yazdığı gibi, "Kaderine razı olmayanların, öfkesini kontrol etmek istemeyenlerin, yüreğinde ateş yananların romanı" mı?
Belki de bunların hepsi.
Ama hepsinden önce ya da hepsiyle birlikte, bence Betty Blue kendilerine uygun tasarlanmamış bir evrende yaşamaya mahkum olanların romanı.

Çocukluk bitip yavaş yavaş etrafımızdaki hayatın nasıl bir yer olduğunu görmeye başladığımızda, kafamız karışır, hem de çok. Bilim herşeyi tanımlayıp, anlamını daraltma kaygısıyla buna "ergenlik dönemi" adını verir.
Oysa çocuğun etrafındaki o pembe fanus birdenbire tuzla buz olduğunda gördükleri o kadar acıdır ki; buna bu kadar kolay katlanabilmesi bile insanoğlunun ne kadar dayanıklı bir varlık olduğuna kanıttır.
Tüm insanların annesi ve babası gibi olmadığını fark eder önce. Herkesin onu sevmeyeceğini öğrenir. Sevginin aşk halinin ne kadar acı verdiğini öğrenir. Sonra da daha da kötüleri olduğunu fark eder. İnsanların birbirlerinin lokmalarına, mutluluklarına, avucundakilere göz diktiği, birbirlerini ölüme terkettikleri, bebekleri katlettikleri bir dünyaya düştüğünü. Ölümü öğrenir sonra, ölümden daha kötü şeyler olduğunu da; cinsel tacizi, tecavüzü, işkenceyi, psikolojik şiddeti, acıların en büyüklerini yine insanoğlunun kendi kendisine yarattığını görür, kahrolur.
Her insan için başında kahredicidir hayat, sonra birileri o kahredicilerden biri olur.
Diğerleriyse başa çıkmayı öğrenir, unutmayı öğrenir, yok saymayı öğrenir, duymamayı, görmemeyi öğrenir.
Kimisi de öğrenmez, öğrenmek istemez. İşkenceye göz yummanın, işkenceye ortak olmak olduğunu bilir.
Asimile olmayı, unutmayı, temelinden yanlış bir sisteme çark olmayı kabul etmez. Diğer insanlar gibi olmayı değil, gerçek bir insan olmayı seçer. Karşı çıkar, direnir, savaşır, delirir. Deliler bu gezegenin en haklılarıdır.
Standartlaştırılmış, sıradanlaştırılmış, ucuzlaştırılmış bir hayatı reddenler; kendilerine ait, bir akıl, bir hayat  bir evren isteyenler; çoğu zaman yenilgiyi en baştan redderler.
 Bilirler ki onlar; kazanılmış bir yenilgi, dayatılmış bir zaferden yeğdir.

Destansı Phillipe Djian eserinden :

"Ben çocukken yolun aydınlık olacağına inanıyordum."


.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Trainspotting

İnsanoğlunun hüznü, seçim yapabilmesi ile başlar der sanat felsefesi.
Seçimler keşkelere, keşkeler pişmanlıklara dönüşür. Hangisini seçerseniz seçin seçmediğiniz de yer eder aklınızda. Geride isteyerek bıraktıklarınız bile takılır peşinize.

Modern dünyada ise, seçimler bizim olmaktan çok uzaktır. Aklımızın bile bizim olduğu şüpheliyken seçimlerimize nasıl güvenebiliriz?
İçinde yaşadığımız gezegenin üzerine, insanoğlunun yarattığı evren, tüm hayatımızı şekillendirdiği gibi, seçimlerimizin de karar organıdır. Nasıl yaşamamız, nerede oturmamız, neler yapmamız, neye inanmamız gerektiği bizim için çok önceden belirlenmiştir. Biz sadece bize sunulan alternatiflerden birini tercih edebilme lüksüne sahibiz. Sunulmayan alternatifler modern dünya için yok demektir.

Ve Trainspotting bu noktada bir reddediş romanıdır. Öğretilen ve dayatılan alternatifleri reddenlerin hikayesi. Seçmemeyi seçerek, kendi hayatlarını kendi çizmek isteyenlerin hikayesi.

Size sunulan ve yazılan hayatı reddettiğinizde, o hayat da sizi reddeder. Bedenin işine yaramayan maddeleri atması gibi, sistem de sizi içinden atar. Reddeden sizken, reddedilen konumunda, dışlanmışlığın boşluğunda salınmaya başlarsınız. Tutunabileceğiniz her dal çoktan kesilip fırlatılmıştır. Ve yine sistemin sizin için hazırladığı, sizi uyutacak, susturacak, unutturacak çöplüğünde yuvarlanmaya mahkum olursunuz. Dahil olmak istemediğiniz dünya, size kendi hazırladığı hurdalığında uygun bir yer bulacaktır.

Ve işte bu noktada da Trainspotting, bir reddediliş romanıdır. Sistemin alt kültür olarak adlandırdığı ve nimetlerinden dışladığı, cankilerin, alkoliklerin, AIDS'lilerin, şiddete bulaşmışların, öğütüp kustuğu insanların hayatlarının hikayesidir.

Trainspotting, İngiltere-Orange Kurgu Ödülleri’nin organizatörleri  tarafından yapılan ankette belirlenen mutlaka okunması gereken  “50 Çağdaş Roman” listesinde dünya edebiyatının önemli eserlerinden biridir. Kitapta kahramanların kendi ağızlarından yazılan hikayeler onların hayata bakış açılarını daha iyi vurgulaması yönünden önemlidir. Irwine Welsh’in kitabını aksanlı yazmış olması,yaşanan psikolojiyi anlatabilecek tarzda tekrarlara,yarıda kesilen cümlelere yer vermesi okuyucunun yaşadığı özdeşleşmeyi kuvvetlendirmiştir.

Trainspotting; İşsiz Glasgow’lu gençlerin Merkez istasyonuna giren trenlerin numaraları üzerine birasına oynadıkları küçük bir kumar.  
Trainspotting hayatın klişelerinden kaçan insanların bunun verdiği can sıkıntısına katlanabilmek için seçtikleri, dışarıdan anlamsız görünen yollara bir simge olarak seçilmiştir. 
Kitapta Trainspotting kavramı Begbie ve Renton’ın Merkez istasyonda Begbie’nin ayyaş babasıyla karşılaştığı ve babasının onu tanımadığı sahnede geçmektedir.

Tranispotting 1996'da Danny Boyle tarafında filme alındı ve kitabı kadar, hatta daha da fazla ilgi çekti. Başarılı edebiyat uyarlamaları arasında yerini aldı.
Trainspotting'in bir devam kitabı bulunmakta.; "Porno". En az Trainspotting kadar başarılı. Danny Boyle tarafından sinemaya uyarlanacağı haberleri geldiyse de kadronun kurulamaması nedeniyle askıya alındı. En son Türkiye'de yasaklanıp, yayımcısı Stüdyo İmge ceza almıştı. Sanırım maalesef hala yasaklı olmalı ki, satış dışı romanlar arasında. Bize Trainspotting'i de ilk getiren Stüdyo İmge'ydi. Şuan Siren yayınları tarafından yayımlanmakta.

Ve başkahraman Renton'dan;

" Ben hayatı seçmemeyi seçtim. Başka birşeyi seçtim. Nedeni mi, hiçbir nedeni yok. Aklın varsa nedene ne gerek var ki?"


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...