31 Ağustos 2010 Salı

Mezarlarınıza Tüküreceğim

 Mezarlarınıza Tüküreceğim adından da anlaşılabileceği gibi bir intikam öyküsü. Boris Vian'ın önce Vernon Sullivan takma ismiyle yazdığı, bir süre yasaklı olan, daha sonra filme çekilen ve yazarının filmin ilk gösterimi sırasında hayatını kaybettiği kitabı. Derisinin rengi beyaz olan melez bir zencinin beyazlardan intikam alma hikayesi. Derin bir nefretin alev alev satırlarda gezdiği sarsıcı bir eser.

Başkahraman Lee, kendisine ve ailesine yaşatılanların öcünü almaya çalışırken, yapılan kötülükler kendi elinde katlanıyor, büyüyor.. Ona yaşatılanlara, onun yaptıklarına tüm bunlara neden olan ırkçılığa, iki yüzlü ahlak anlayışına hepsine birden toplu bir nefret hissediyorsunuz.

Ne yaşamış olursa olsun başkahramanla özdeşleşmeniz mümkün değil, çünkü kin duyduğu insanlar kadar kötü, intikamı, acıları, kötülükleri bir kısır döngüye kilitliyor.

İşte bu noktada Vian, yaptığımız kötülüklerin, ne sebeple olursa olsun, bumerang gibi bize geri döneceğinin altını çiziyor.

Alışılmadık bir Boris Vian üslubu, hikayenin sarsıcılığına ve konusuna dikkat çekmek istediğinden olsa gerek her zamankinden daha yalın bir anlatım. Başkahraman Lee'nin intikam yöntemi olarak kullanılsa da, gereğinden fazla erotik öğeler içeriyor. Kitabın bu yönü biraz rahatsız edici, ayrıca üslup olarak sadece konu odaklı olması, Vian'ın diğer eserlerinde bulduğum müzisyen dokunuşunu bu eserinde yakalamama engel oldu.

Mezarlarınıza Tüküreceğim bir kült eser olarak yerini, edebiliğiyle olmasa da, çarpıcı hikayesiyle hak ediyor.
Bir intikam hikayesi, tam da olacağı gibi, çevresini ve kendisini yakan bir intikam ateşiyle, yeni bir intikam erine doğru parlayarak yol alıyor.

Ve kitaptan, Lee'den intikam:

"Kafası hala Tanrıya ve iyiliğe dair önyargılarla doluydu. Tom fazla namusluydu, bu da onun sonu olacaktı. Sanıyordu ki iyilik yapmakla iyilik bulunur, oysa böyle bir şey olsa bile, bu sadece bir rastlantıdır. Önemli olan tek bir şey vardır; o da öç almak, hem de fazlasıyla."

26 Ağustos 2010 Perşembe

Azil

Hakan Günday'ın Azil adlı eseri, kapağında da yazdığı gibi deha ve delilik arasında seyreden bir hayatın öyküsü. Yeraltı edebiyatı olarak sayılsa da bence fantastik bir öykü. "Kinyas ve Kayra" adlı romanında da aynı sürrealist koku vardı. Doğan Kitap'dan çıkıp yeraltı edebiyatı sayılması da ironik bir durum. Ama ayrı bir tartışma konusu olduğundan hiç o konuya girmeyeceğim.

Hakan Günday romanlarını aforizmalarla fazlaca süslediğinden edebiyat çevrelerince tartışılıyor son zamanlarda. Ben açıkçası romanın, düz, uzun bir hikayeden öteye gitmesini, düşündürmesini, derinlerde gezmesini, akılda kalıcı cümlelerle dolu olmasını severim. Lakin bir romanda aforizmalara gereğinden fazla yer vermek, hikayeden uzaklaşma tehlikesini de beraberinde getirir. Bu riski aldığınızda güçlü, iyi kurgulanmış bir hikayeye sahip olduğunuzdan emin olmalısınız ki; romanınız birdenbire denemeye dönüşmesin. Hakan Günday son kitabı "Ziyan"da bu sınırı biraz aşmış gibi gözüküyor. Tabi "Ziyan"a yeni başladığım için bu konuda kesin konuşmak istemiyorum.

Dönelim Azil'e. Azil, şaşırtıcı, etkileyici bir eser. Kimi zaman hikayeden gereksiz uzaklaşıldığı düşüncesine kapılıyor olsanız da, bir yerden sizi yakalamayı başarıyor. Sonuçta delilik ve dahilik hep ilgi çekici öğeler olarak yer almıştır edebiyatta.

Delilerin ve dahilerin ortak özelliği; detaylarla uğraşmalarıdır.
Dehalar detaylarla başarıya ulaşır.
Deliler detaylarda boğulur.

Delilerin ve dahilerin ortak özelliği; kendi koydukları kurallardır.
Dehalar kurallarla kendini dizginler.
Deliler koydukları kuralların altında ezilir.

Delilerin ve dahilerin ortak özelliği; beyinlerinin çok hızlı olasılık üretmesidir.
Dehalar bu olasılıklarla yaratırlar.
Deliler bu olasılıkların arasında kaybolurlar.

İnsanoğlu düşünmekte özgürdür. Sürüden ayrılıp kendi yolunu çizebilme ya da kendi yolunda kaybolabilmekte özgürdür.
İnsanoğlu düşüncesini susturmakta özgürdür. Sürüdeki yerini koruyabilme, sıradanlaşma hakkını koruyabilme ve onun altında ezilmekte özgürdür.

Ve Azil'den bir paragraf:

"İnsanlık tarihi, kutsal olanları anlatır. İnsanlık tarihi, doğurtanları anlatır. Tarih, insanlık rahmine düşmüş peygamberleri anlatır. Azledilenlerin tarihini anlatansa, Asil'in hayatıdır. Çünkü hepsinin laneti aynıdır: Düşünmek. Çünkü hepsinin alınyazısı aynıdır. Düşünüyorum, öyleyse varlığımı yok edebilirim."

24 Ağustos 2010 Salı

1933 Berbat Bir Yıldı

Son dönem yazarların uzadıkça uzayan, içimde bir yerlere dokunamayan romanlarından bunaldığım şu günlerde yine John Fante imdadıma yetişti. "1933 Berbat Bir Yıldı", bir solukta okunan, yazarın hayatından ayrıntılar da bulabileceğiniz muhteşem bir roman. Bu kadar ince bir kitapta aile bağları, dostluk, aşk, hayaller ve çaresizlik adına bir çok şey buluyorsunuz. Bir anda Dom Molise oluyor, kendinizi 1933 yılının kara kışında ve Molise ailesinin yoksulluğunda buluyorsunuz. Hayalleri olan genç bir adam Dom. Ona o kadar inanıyorsunuz ki; hayallerini gerçekleştirecek el, kol olmayı arzuluyorsunuz.

Hayallerinin peşinden git derler ama, nasıl gidileceğini kimse anlatmaz bize. Hayallere giden yolculuğun varış garantisi olup olmadığından, dönüş bileti bulup bulamayacağımızdan bahsetmez kimse. Kendi hayallerimiz, sevdiklerimizin hayalleriyle, mutluluklarıyla çakıştığında mesela, yine de seçeceğimiz kendi hayallerimiz mi olmalı. Hayallerimizin gerçekçi olup olmadığından nasıl emin olabiliriz, aslında arzularımızdan çok bir kaçış yolu olarak görüp görmediğimizi nasıl anlayabiliriz?
Hayal kurmak bir risk, bir kumardır bazılarımız için. Ama yine de masasından kalkamayan bir kumarbaz gibi vazgeçemeyiz ondan.
Hayal kurmak bir lükstür bazılarımız içinse. Çaresizliği öğrenmişizdir, yeni bir düşüşe cesaretimiz kalmaz.
Bazıları içinse hayal kurmak o kadar kolay elde edilebilir bir hale dönmüştür ki, artık hayal olmaktan çıkmıştır, bu sefer de anlamını kaybetmiştir. Hayalin anlamı; ona ulaşılan yolun zorluğuyla doğru orantılıdır.
Ve hayaller biriciktir, başkalarını dahil etmek istesek bile, aynı şekilde resmedilmez aynı zihinlerde.
Hayale giden yolculuk, tek kişiliktir.

Ve "1933 Berbat Bir Yıldı" arka kapağından:

"Yüce Tanrım bana yardım et! Ve açtım adımlarımı, düşüncelerim de peşimden geliyorlardı, koşmaya başladım, donmuş ayaklarım fareler gibi cıyaklıyorlardı; koşmanın da yararı olmadı, düşünceler bırakmıyordu peşimi. Ama koşarken Kol, o canım sol Kol duruma hakim oldu ve bana usulca seslendi; sakin ol evlat, yalnızlık bu, bir başınasın dünyada; ne baban, ne annen, ne inancın yardım edebilir sana; kimse kimseye yardım edemez, sadece sen yardım edebilirsin kendine, ben de bu yüzden buradayım, çünkü biz birbirimizden ayrılamayız, birlikte herşeyin üstesinden geliriz."

20 Ağustos 2010 Cuma

Bunny Munro'nun Ölümü

Nick Cave yazmış, Avi Pardo çevirmiş, Siren yayınlamış.

Okumadan geçmek hiç mümkün olmuyor. Fazla ayrıntıya girmeden biraz öyküden bahsedelim.
Bunny Munro, seks ve alkol bağımlısı bir adam. Kendi hayatının, kendisinin farkında değil. Dürtülerini engelleyemiyor ve vicdanının sesini kısmış. Yaptıklarının kötü olduğunu ve sonuçlarının olacağını mantık düzleminde hesaplayamıyor fakat, vicdanı gizliden gizliye kötü bir şeyler olacağı konusunda onu uyarıyor. Bir oğlu var, Bunny Junior, kendi profilinin tam zıddını resmeden. Oğlunun sorumluluğunu alması gerekirken daha çok kendi sorumluluğunu ona yüklüyor. Bir de şeytan kılığıyla dolaşıp, kadınlara saldıran bir sapık dolaşıyor ortalıkta. Bunny'nin yüzleşmek zorunda kalacağı aynası.

"Bunny Munro'nun Ölümü" aforizmalarla süslü, mesajı doğrudan veren bir eser değil. Mesaj, hikayenin içinde saklı. Yazarının Nick Cave olması romanı bir başyapıt yapmaya yetmiyor ne yazık ki. Hikaye fazla yaratıcı değil, bir edebi eser tadı vermiyor. Senaryo diliyle yazılmış, anlatıcı tamamen edilgen durumda. Bu dil yorumu kısıtlamakla birlikte, anlatımda akıcılık sağlamış. Kurgu çok başarılı, ritim iyi tutturulmuş.

Sonuç olarak Bunny Munro'nun ölümü, çok derin olmamakla birlikte, çok sarsıcı bir yer altı edebiyatı örneği. Etkileyici bir dram, Bunny Munro'nun değil, Bunny Junior'ın dramı.

Ve Bunny Junior için bir bölüm:

"Bunny Junior basamakları bir solukta tırmanıp katil zombilere dokunmamaya gayret ederek kordon boyunca yürür. Kolları kıllı ve kaslı büfecinin önünden geçer, çocuk yiyicilerin iş kovaladıkları yaya geçidini kateder ve bok lekeli sarı Punto'yu gördüğünde büyük bir rahatlama hisseder, ait olduğu yere dönmüş gibi. Kapıyı açar ve yolcu koltuğuna oturur. Ayakları o çılgın dansı yapar; yüreği bir örs kadar, bir çapa kadar, ölüm kadar ağır. Kapının kilit düğmesine basar, başını pencereye yaslayıp gözlerini kısar ve eskiden annesinin bazen nasıl tırlattığını hatırlar -  onun babasının gömleklerini koklayıp yatak odasında yerlere fırlatırken ya da yüzünü kırmızı rujla boyamış halde mutfakta yerde ağlarken gördüğünde mesela. Fakat babasının deyimiyle 'akli dengesi' yerinde olmasa bile her zaman güzel kokardı ve yumuşacıktı."








18 Ağustos 2010 Çarşamba

Tekinsiz

Her insan bir hikayeye ihtiyaç duyar.
Başkalarının dinlemek isteyeceği, ilginç bulacağı, önemseyeceği bir hikaye.
Kendini haklı çıkaracağı, tüm yaşananları bir sebebe dayandırabileceği, anlam yaratabileceği bir hikaye. Yarattığı anlama kurban olunacak bir hikaye.
Bir kahramanlık öyküsü.
Oysa herkesin bir hikayesi vardır zaten. Ama bazıları hikayedeki rolünden hoşnut değildir. Kimileri hikayelerinin kitap olsa milyonlar satacağını düşünürken, kimileri yeni bir hikaye yaratabilmek için yollara koyulur.
Kimsenin dinlemediği bir hikaye aslında yoktur onlara göre.

Herkes bir izleyiciye ihtiyaç duyar.
Onu izleyecek değerli bulacak, önemseyecek hak verecek. Bazıları için bir kişi yeterlidir, bazılarına onlarcası yetmez. Bazıları sevilmeyi umarken, bazılarına tanınmak bile yeter, nasıl tanındığı önemli olmandan. Kişinin tatmin edemediği ihtiyaçlarıyla yol alır arzuları.

Güzellik yarışmalarını, Guinness rekorlar kitabını, porno sektörünü, çoğu zaman tv sektörünü, başlangıcında değilse de son dönem web sözlük oluşumlarını ayakta tutan en önemli şey, insanoğlunun içindeki önemsenme, tanınma, arzusudur.

İzlenebilme ihtimalleri arttıkça, izlenebilme arzusu daha da artıyor. Doyumsuz bir arzu bu. Ne kadar çok insanın hayatında görünüyorsanız, facebookta ne kadar arkadaşınız, twitterda ne kadar takipçiniz varsa, o kadar çok başkasının hayatı üzerinde etkiniz olduğunu düşünüyor bunu güç sanıyorsunuz.

İşte Chuck Palahnıuk'un Tekinsiz isimli romanının konusunun temelinde yatan bu arzu.
Bir grup insan, gördükleri bir ilan üzerine, büyük bir edebi eser yaratma arzusuyla herşeylerini bırakıp 3 aylığına inzivaya çekilmek için bir adamın peşine takılırlar. Fakat gittikleri yerde, yeni özgün bir eser yaratmaktan çok, kendi hikayelerine kendi acılarına yoğunlaşırlar. Geçmişte yaşadıkları acıların hesabını sorabilecek bir hedef bulamamaları, onları kurgulanacak yeni acılar yaratmaya, üstüne yükleyip bedelini ödetebilecekleri yeni hedefler bulmaya yöneltir.
Ve anlatabilecekleri bir hikayeyi yaşayarak yaratabilmek için, biraz ün, biraz para, bir anlam için insanlıklarının sınırlarını zorlamaya başlarlar. Kurgulanmış bir drama yaratmak isterken, dramın kendisi olurlar. Sahte bir gerçeklik, bir simülasyon evreni yaratmaya çalışırken, yaşadıkları gerçeğin kendisine, simulakra dönüşür.
Hikaye eski bir tiyatro binasında geçiyor, kurgulanan evrenler konusu için mükemmel bir gönderme. Kitabın içinde kitle iletişim araçlarının yarattığı anlamların etkisine, bbg evlerine, aynı zamanda hem öğretilip hem çarpıtılan ahlak anlayışlarına mükemmel göndermeler var.
Kitap üçerli bölümlerden oluşuyor; bir kahramanın tiradı, kendi hikayesi ve ana bölüm, diğer bir kahramanın tiradı, kendi hikayesi ve ana bölüm şeklinde. Farklı ve zorlayıcı hikayeler bütünü. Zorluyor çünkü, hayatınızda hiç düşünmediğiniz sorular, şahit olmadığınız şeyler okuyorsunuz. Kimi hikaye tiksindiriyor, kimi hikaye sarsıyor. Kitabın genelinde kelimenin tam anlamıyla bir tekinsizlik hakim. Hikayenin akla zarar yaratıcılığıyla beraber kitabın kurgusu, detayların başarısı, betimlemelerin etkisi, tiradların şiirselliğiyle, Tekinsiz tam anlamıyla bir başyapıt.
Son olarak İftira Kontu'nun şiirinden bir kaç mısra:

"Gömleğinin cebinde her kelimeyi kaydeden kayıt cihazının küçük kırmızı ışığı yanıp sönüyor,
Kont "Kim daha aptal? diye sorarken.
Hayata yeni bir anlam katmayı reddeden muhabir mi?
Yoksa bunu isteyen,
Bir yabancının kelimeleriyle sunulmuş bu anlamı kabul etmeye hazır 
bekleyen okur mu?"

17 Ağustos 2010 Salı

Müthiş Dahiden Hazin Bir Eser


Yılın En İyi Kitabı - San Francisco Chronicle

Yılın En İyi Kitabı - Los Angeles Times

Yılın En İyi Kitabı - Time Dergisi

Eleştirmenlerin Favorisi - Washington Post Book World 

ve

New York Times Best Seller Listesinde 1 Numara!

Siren Yayınları "Müthiş Dahiden Hazin Bir Eser" kitabını işte bu etiketlerle piyasaya sürdü. Etiketler, bir generalin omuzundaki yıldızlar gibi parlıyorlar kitabın ön ve arka kapağında. Olumlu ön yargıya neden olduğundan pek sıcak bakmadım ve benim için çok da önem teşkil etmedi açıkçası. Ama şu kitabın ön kapağındaki "New York Times Best Seller #1" yazısı beni kıllandırmadı değil. Çünkü son dönem Amerikan edebiyatını fazla aydınlık bulmuyorum. Hatta bunu daha da ileriye götürerek Amerikan edebiyatının dünya edebiyatına yarardan çok zarar getirdiğini düşünüyorum. Amerikan edebiyatının üslupta doğallık ve akıcılık adı altında getirdiği yenilikleri ben daha çok yüzeysellik ve anlamda daralma olarak görüyorum. Her neyse gelelim eserimize.


"Müthiş Dahiden Hazin Bir Eser'in yazarı Dave Eggers, dergiciliği ve senaristliğiyle de Amerika'da tanınan bir isim.  Bu kitabında, samimi bir dille kendi yaşam öyküsünden  yola çıkarak insanoğlunun hayatına dair şüphelerini, kaygılarını anlatmaya çalışıyor. Başarılı olabiliyor mu diye sorarsanız; evet, yazarla özdeşim kurabiliyorsunuz. Ama gözünüzde canlanan genç bir dahinin hayatla ilgili yarattığı olasılıkların kaosunda boğulması değil, on yaşında bir çocuğun sayıklamaları. Asla bir dahinin ya da yaratıcı bir beynin içinde gibi hissetmiyorsunuz. Daha çok yolunu şaşırmış ve kendini inandırmak istediği bir evrene hapsetmiş genç bir adamın, sizi inandıramayacağını bile bile ikna çabaları gibi.

Kitap hızla akıyor ve size düşünecek pek fazla zaman bırakmıyor. Çünkü tüm olasılıklar önünüzde, hiç yorulmuyorsunuz. Betimleme fazla yok, mekanları gözümüzde canlandırmamıza yardımcı olacak farklı bir tarz denemek amacıyla, yazar krokilere yer vermiş ve bu kesinlikle çok itici bir yöntem olmuş. Edebiyatın gücü kelimelerden gelir, kelimeler en olağanüstü ortamları bile gözümüzde canlandırmamızı sağlayabilecekken, bir evin krokisini kullanmak yenilikçi ve farklı bir üslup gibi görünse de, bence ucuz bir yaklaşım.

Popüler kültürü eleştirmeye çalışırken popüler kültürün içine o kadar çok gömülmüş ki eser, belki kendisi bile farkında olmadan popüler kültürü yüceltiyor.
Ve hikayenin içinde Toph'un da dediği gibi;
"Mesajınız sizin de ondan farksız olduğunuz."
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...